Dr. Ömer Aytek Kurmel
Suriye’de barışçıl gösteriler başladığında herkes iyimserdi. Tunus’da ve Mısır’da diktatörleri deviren dalganın karşısında elbette Beşşar Esad da duramayacaktı. Suriye’ye nihayet demokrasi ve insan hakları gelecekti. Bu ülkede yaşayan Çerkes toplumu da temel özgürlüklerine kavuşacaktı. Bu önemliydi.
Çünkü yaygın algıya göre Suriye “en kapalı ve en baskıcı” diaspora ülkesi, Suriyeli Çerkesler de diasporanın “en yoksul ve en ezilmiş” topluluğu idi. İsteyenler Çerkesya’ya dönecek, dönmeyenler ulusal kimliklerini serbestçe yaşatabilecekti.
Bunun doğru bir okuma olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Birincisi, rejim sanıldığından daha dirençli çıktı. İkincisi, Suriyeli Çerkesler sanıldığı kadar ezilmiş değillerdi. Ezilmişlik eskiye ait bir anlatıydı. Üçüncüsü, Çerkesler sanıldığı gibi rejime muhalif değillerdi. Hatta “biz hala misafiriz. Bu bizim savaşımız değil” diyerek tarafsız kalmaları dahi rejime pasif destek vermeleri anlamına geliyordu.
1967 yılında Golan Tepelerinden Şam’a kitlesel göç Çerkesleri yoksullaştırmıştı. Ama aradan geçen 45 yıl içinde iyi kötü birikim sahibi olmuşlardı. Başkentte yaşamanın etkisiyle rejimin çekim alanına girmişlerdi. Çerkesler’in Suriye’de statükoyla iç içe olduğunu iddia etmek belki abartılı olurdu ama muhalefetle işbirliği yapmayacak kadar düzenin parçası haline gelmişlerdi. Bu yüzden çok büyük çoğunluk geleceğini her şeye rağmen Suriye’de görüyordu.
Suriyeli Çerkesler Ürdün’de olduğu gibi ülkenin ve rejimin kuruluşunda yer almamışlardı. Amman’ın tersine, Şam tarihte hiçbir zaman Çerkes köyü olmamıştı. Peki Çerkesleri düzenin saflarına iten neydi? Rejim can düşmanı Müslüman Kardeşler karşısında tüm azınlık gruplarını desteklemiş ve bu destek Çerkesler’in ayakta kalmasını sağlamıştı. Nusayri iktidarları (özellikle de Hafız Esad) Çerkes toplumuna bazı ayrıcalıklar tanımıştı ; bunlar arasında en göze çarpanı anadilde eğitim yapan ve devlet tarafından finanse edilen dört okuldu.
Ama bu destek karşılıksız değildi. Suriyeli Çerkesler’in pozisyonu Şam’ın iç ve dış politika tercihleriyle uyumlu olmalıydı. Bunlar içeride Müslüman Kardeşler düşmanlığı, dışarıda Sovyetler Birliği ve/ya Rusya dostluğu idi. Bu Çerkes seçkinlerinin ödemeye hazır olduğu bir bedeldi.
Çerkesler’in Nusayri ve Hıristiyan destekli rejimden yana olmasının bir başka sebebi vardı ; Fransız Manda rejiminde Çerkesler Sünni Arap “çoğunluk”tan duygusal olarak kopmuşlardı. 80 yıl önce Fransızlara karşı muhalefetin omurgasını “çoğunluk” oluşturuyordu. Tıpkı bugün olduğu gibi. Tarih sanki tekerrür ediyordu. Çerkesler katledilme korkusunu bir defa daha yaşıyorlardı. Rejimin laik ve sosyalist bakış açısını içselleştirmiş insanlar için bu korku çok doğaldı.
1920 yılında başlayan Fransız Mandası Suriyeli Çerkesler’in altın çağıydı. Azınlıklardan oluşan Doğu Akdeniz Özel Birlikleri bünyesinde milliyetçilere karşı savaşmışlar, aynı zamanda kültürel rönesans yaşamışlardı. Bu durum doğal olarak milliyetçilerin tepkisini çekmişti.
Nitekim Fransa ile milliyetçiler arasında anlaşma ihtimalinin belirdiği 1930’lu yılların ortasında Çerkes liderler manda yönetimine başvurarak ulusal azınlık haklarının tanınmasını istemiş ve “çoğunluğa” karşı koruma talep etmişlerdi. Suriyeli Çerkesler bu yıllarda ciddi bir katliam korkusu yaşamışlardı.
Suriye 1946 yılında bağımsız olduğunda Çerkesler “çoğunluğa” bir hayli yabancılaşmışlardı. Mandayı izleyen 17 yıllık Sünni iktidarlar döneminde uçurum kapanmadı. Türkmenler ve Kürtlerle birlikte Çerkesler’in parlamentodaki sandalyeleri ellerinden alınarak “çoğunluğa” verildi. Çerkesler gönüllü katıldıkları ilk Arap-İsrail Savaşı’nda düzinelerce şehit vererek makbul vatandaş oldular.
Suriye’de 1963 Baas darbesiyle başlayan ve bugüne kadar süren Nusayri iktidarları döneminde Çerkesler’in Sünni Arap çoğunluktan duygusal kopuşu kalıcılaştı.
Baas’ın cazibesi kentli Sünni Arap seçkinlerin gücü kırmasında ve kır kökenli azınlık grupları dikey hareketliliğe kavuşturmasında yatıyordu. Üstelik azınlıklardan asimile olmalarını talep etmiyordu.
1963 darbesini Şubat 1966’daki ikinci darbe izledi. Arap dünyasının o güne kadar gördüğü en radikal sol kabine göreve geldi. Yeni hükümet Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurdu. Subaylar ve öğrenciler eğitim için bu ülkeye gönderildiler. Çerkesler de anayurtla ilk resmi ilişkilerini bu dönemde kurdular.
Nusayri hegemonyasının pekişmesinin üçüncü durağı olan 1970 darbesi Hafız Esad’ı iktidara getirdi.
Hafız Esad yönetimi öncüllerine göre daha pragmatikti ;özellikle ekonomi alanında. Ancak Müslüman Kardeşlere karşı verilen kanlı savaşta geri adım atılmadı. Nitekim, Çerkeslere verilen haklar rejimin Müslüman Kardeşler ile mücadelesinin bir parçasıydı.
Suriyeli Çerkesler’in San Remo Konferansı sonrası tarihi iki ana dönemi kapsıyor. Birincisi, Manda rejimi (1920-1946) ve Sünni iktidarlar dönemi (1946-1963). Bu süreçte Çerkesler’in Sünni Arap “çoğunluk”tan duygusal kopuşu başladı ve giderek derinleşti. İkincisi, kopuşun kalıcılaştığı Nusayri hegemonyası dönemi (1963 sonrası). Şimdi rejimle Çerkesler arasındaki suni denge yıkılıyor. Ama “çoğunluk” ile Çerkesler arasında olası bir denge de ufukta gözükmüyor.
Artık üçüncü dönemin eşiğindeyiz. Süreç hangi yöne akacak ? Suriye’yi Sünni Arap çoğunluk mu yönetecek ? Beşşar Esad demokratik reformlar yapmak koşuluyla iktidarda mı kalacak ? Yoksa Esad’ın yakın çevresinden biri mi ülkenin başına geçecek ? Eğer Suriye birkaç parçaya ayrılırsa Çerkesler nerede ve kimlerle birlikte yaşayacaklar ?
Ortadoğu’nun girdiği kanlı dönemeçte Suriyeli Çerkesleri tekrar düşünmek gerekiyor. Bugüne kadar Çerkesler’in iç savaşta hayatta kalmaları için çalışıldı. Silahlar sustuktan sonra nasıl bir hayata merhaba diyecekleri ise bambaşka bir konu.
cherkessia.net